“Beyaz Atlı Prensi Öldür” Kitabı Büyük İlgi Gören Ezber Bozan Psikoterapist PINAR TOKER
Genç, insanın arkadaş olmak isteyeceği renkli bir kişiliğe sahip, alanında çok donanımlı bir psikoterapist Pınar Toker. Oyuncu, eğitmen ve kitap yazarı.
Mesleki açıdan uzun bir hikayesi var. Hacettepe Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik bölümünden mezun olduktan İstanbul’a gelerek ilk olarak aile terapisi eğitimi alıyor ve bu konuda çalışıyor, alkol ve uyuşturucu bağımlılarıyla bir süre grup çalışmaları yapıyor. Sonrasında Amerika’ya dil eğitimi için gidiyor. Alanıyla ilgili farklı çalışmalar yapmak, psikoloji alanında en yeni çalışmaları takip etmek için Kaliforniya’daki UCLA’ya gidiyor. Kaliforniya’daki üniversitenin zengin kütüphanesi, ona yeni ufuklar açıyor. Orada sanat terapisiyle tanışıyor ve bundan çok etkileniyor. Sanat terapisi kavramı Türkiye’de bilinmediğinden, bu alanda uzmanlığını geliştirmek için Kanada’ya, Toronto Üniversite’ne giderek sertifika programına katılıyor. Sertifika programları arttıkça artmaya başlıyor ve 2006 yılında Londra’da iki yıl dramaterapi eğitimi alıyor. Durun bitmedi! Bahçeşehir Üniversitesi’nde ikinci yüksek lisansını sanat alanında yapmaya karar veriyor ve çalışmasını ileri oyunculuk konusunda yapıyor. Çeşitli tiyatro dergilerinde eleştirmenlik yapıyor. Birol Güven’le çalışıyor. Karakter analizleri ve danışmanlık yapıyor diziler için. “Yalancı Romantik” adlı dizi filmde ve başka dizi filmlerde oyunculuk yapıyor. Psikolojik danışman eşliğinde çalışmanın sinema ve dizi sektörüne katkılarına dikkat çekerek, bu “Beyaz Atlı Prensi Öldür” bir yuva yıkma oyunu değil! Bir romantizm veya aşk katliamı da değil! Tam tersi, bu bir özgürleşme ve kemirgen kuşkulardan kurtulma yolculuğu. Belki bu yolculuğa beyaz atlı prensi öldürerek kazandığımız altın bileziklerle kendi düğünümüze katılma oyunu diyebiliriz. alanda da bir ilk oluyor. Çocuklarla modern sanat çalışmaları, grup çalışmaları, yeni kitabı …….. belli ki konuşacak çok konumuz olacak.
Sevgili Pınar Toker, öncelikle sanat terapisinden başlayalım mı? Sanat terapisi ne işe yarar, bu alanı seçmenizdeki nedenler nelerdir?
Sanatı inanılmaz derecede seviyordum. Sanatı sevmemin sebebi de bilinç dışını göstermesi, somut olarak bir ayna tutması. Mesela gittiğim her yerde sanat eserlerine uzun süre bakardım. Sanat galerilerinde saatlerce kalmışlığım vardır. Ne kadar uzaklıktan bakmalıyım? Ne kadar yakından bakmalıyım? Bu konuda eğitim almalıyım diye düşündüren, ilgimi çeken bir konuydu sanat. Özellikle başlarda resim. Modern sanat üzerine çocuklarla çalıştım ilkin. Nişantaşı’ndaki ofisimde grup çalışmaları yaptım. Sanat terapisi kelimesini Türkiye’de sanıyorum ilk kez ben dile getirdim. Bodrum’da çocuklarla atölye yaptık, mandalina, portakal ağaçları altında… Bu çok eğlenceliydi. Kendilerini ifade etmelerini sağladık. Veliler de sonradan katıldı. Çok eğlenmiştik. Sanatın dışavurumcu özelliğinden faydalanıyorum. Aslında benim işim ruh, yani görünmeyen varlık. Ruh, zaman içerisinde pek çok dalları kesilerek, -buna toplumsal kurallar diyebiliriz, pek çok etken olabilir-, baskılanıyor ve görünmez hale geliyor. Çocuklarda ben o ruhun en iyi şekilde dışa vurmasını sağlayacak işaretler gösteriyorum. Buna da biz savunma mekanizmalarından süblimasyon diyoruz. Toplumca kabul edilmeyen bir dürtünün ya da bir davranışın toplumca kabul edilen bir şekilde ifade edilmesine süblimasyon (sublimation) diyoruz. Sanat da bunlardan bir tanesi ve sporun bazı dalları, kendini ifade etme tarzı konusunda onay gösterilen. Kimse birbirine sokakta yumruk atarken alkışlanmaz ama bir boks ringinde sporcuyu kazandı diye coşkuyla alkışlıyorsunuz. Sokakta böyle bir şey olsa “ne ayıp” denir, gibi. Sanat da böyle bir şey. Ruhumuzun değişik bölgeleri var. Kitabımda da yer verdim. Gölge her şeyden ewel. Gölge, çocukluktan itibaren, bir buçuk yaşından, tuvalet eğitiminden üç yaşına kadar, yürümeyle birlikte bir takım toplumsal kurallarla karşılaşıyoruz ve gölge bastırılmaya başlıyor. Bu da dürtülerin bastırılması anlamına geliyor.
Kendimize özgü özelliklerimizin ortaya çıkması engelleniyor. Çocuklarda ise kızgınlık olabilir, öfke olabilir. Benim programlarımdan birisi duygusal farkındalık programıydı. Bu duygusal farkındalık programında sadece neşe, mutluluk gibi duygular yoktu. Öfke, kıskançlık, imrenme, intikam gibi konularda çocukları konuşturabiliyorduk. Bunların hepsinin insani duygular olduğunu sadece ifade ediş şeklinin olumlu şekilde olması gerektiğini gösteriyorduk. Utanç ve suçluluk duyguları ileriki yaşlarda psikosomatik rahatsızlıklara, hastalıklara yol açıyor. Bu mide rahatsızlığından tutun da kemik ve eklem problemleri, migren, tikler, hatta kanser bile olabilir. Kız kardeşimin kanserle mücadelesinde onun yanında kemoterapi ve radyoterapi odasında pek çok kadını dinledim. Hepsi hastalığın ortaya çıkışına neden olan problemlerinden söz ediyordu. Ya bir aldatılma, ya bir örselenme ya da bir engellenme hikayesi. Hepsinin hikayesi birbirinden faklıydı. Genellikle hassas yapıda, etkilenebilen insanlardı. Ben sanatçı ruhlu diyorum. Vurdumduymaz değil kırılgan yapıda insanlardı çoğu. Tek bir sebep, tek bir hikaye bulmak çok zor elbette. Radyoterapi odasında beklerken suçluluk, utanç gibi duygulara sahip oldukları için bu hastalığa yakalandıklarını belirtti çoğu kişi. Konuşmaya çok ihtiyacı olan insanlardı, ben sadece onları dinledim. Büyük bir dinleme performansı gösterdim. Tümörünün fotoğrafını gösterenler, çocuklarıyla ilgili konularda konuşmak isteyenler, aslında hepsi dinlenmek istiyordu.
Sanıyorum kanserle yüzleşen, uzun tedavi sürecinden dolayı yorgun düşen, günlük koşturmacadan uzakta, steril ortam içinde olma zorunluluğundan da mecburen biraz yalnız kalan kişiler ister istemez hayatlarını sorguluyorlar. Sanat terapisi bu konuda çok yararlı, odaklanmayı sağlıyor, zaman kazandırıyor. Yaptığı işi anlatırken aslında kendisini anlatıyor. Sanat terapisinde başka bir bakış açısı etkin oluyor. Bir rengi anlatırken başka bir konuyu anlatıyor mesela. Çok yönlü ve çok katmanlı bir şekilde olayı görmüş oluyorum.
Bir sanat terapisi seansı nasıl işliyor?
Sanat terapisi seans şeklinde olmuyor. Sanat terapisini teknik olarak kullanıyorum. Daha çok dışavurum elde etmek için, bir metot olarak kullanıyorum. İlk olarak hikayelerini bana anlatıyorlar. Sonra aşağı yukarı hangi egzersizleri yapacağımı, nasıl bir yol izleyeceğimi belirliyorum ve danışanımla hangi rotadan gideceğimizi konuşuyorum. Bütün seanslarda sürpriz durumlar ortaya çıkıyor. Yani bir şeyin ardından başka bir şey ortaya çıkıyor. Senaryolaştırarak, bir karakter yazarak, tiratlarla oyun oynamalarını istiyorum bazen. Sanat terapisinde senaryoları kullanıyorum. Bilinçaltını bilinç seviyesine taşımak, onu üstünkörü temizlemek değil, altındakileri de değerlendirmek hoşuma gidiyor. Yani bana göre alt metindeki derinlikler bana hazinemsi ve fantastik geliyor. Bana çok zengin görünen bilinçaltı, karmaşık bir tavan arası veya çöp değil.
Büyük bir farkındalık egzersizi değil mi?
Koltuk altına süpürülen duyguların ne kadar önemli olabileceğini fark etmek, kendini yeniden inşa etmek. Uzman bir elde güvenle yürümek… Doğru. Az önce söylediğim gibi o gölgeleştirilen karakter de biziz. Masallardaki cadılar, periler aslında doğru okunduğunda bizim karakterimizin bir parçası.
Yani prenses de biziz, cadı da biziz.
Evet. Prenses, kraliçe, cadı da biziz. Dişimizi biraz sıkarsak kral da biziz. Bunların hepsi birer mertebe.
“Beyaz Atlı Prensi Öldür” kitabınızı zevkle okudum. Bence bir çırpıda okunup kitaplıkta yerini alacak bir kitap değil, bir başucu kitabı. Sayfaları sık sık çevrilecek ve şarj olmamızı sağlayıp bize içimizdeki gücü hatırlatacak bir eser. Kitapta masalların, filmlerin bize öğrettiği pasif bir şekilde tavan arasında, çaresizlik içerisinde kurtarılmayı bekleyen, yarı ölü bir şekilde cam tabutta kendisini öpecek prensi bekleyip hayata dönecek prensesler var.
Romantizme asla karşı değilim. Bir evlilik ve ilişki katili değil kitap. Tam aksine, koşulsuz sevgi kitabı. İlişkileri daha saf, daha beklentisiz yaşayabilmek için bu kitabı yazdım. “Hayatımdaki erkek beni tüm sıkıntılarımdan kurtarsın, ben de taşsız bir yoldan yürüyeyim”, yani bunu gerçekten istiyor musunuz? Sevdiğiniz erkeği, babanızın yerine mi
koyuyorsunuz yoksa? Henüz büyümemiş olmanızdan kaynaklanan sorunlarınız mı var? Korunmaya muhtacı oynamanızın sebebi nedir? Güçlüsünüz aslında. Ve kitap, yavaş okunması gereken bir kitap. Her cümle bir paragraf değerinde. Çok sıkıştırılmış bilgi var ve elimden geldiği kadar basit bir şekilde anlatmaya çalıştım. Analitik psikoloji ve Jung var. Jung, derya denizdir mesela. İçinde kaybolursunuz. Ama yine de Jung’un arketip kavramını, ortak bilinç altı kavramını da anlattım. Filmlerden örnekler vererek, karakterler vererek, somutlaştırarak anlattım. Çok detayı olan delta dalgalarıyla yani neredeyse uykuya yakın, trans veya meditasyon ritmiyle sakin ve yavaş okunması gereken bir kitap.
Kitaba geri dönersek, kadınlar olarak diyeyim, kendi gücümüzün farkında değil miyiz?
Bu çok uzun bir konu aslında. Binlerce yıldır, daha da fazla bilinçaltımıza işleyen efsanelerle büyüdük. Arketipler var. Arketipin de ne olduğunu söyleyeyim. İnsanoğlunun ortak bilinçaltı var. Jung’un inanışına göre DNA ile diğer kuşaklara taşınan bir bilgi bu. Bu arketip diyor ki kadınlara “beklersen, mutlu son gelir seni bulur.” Mesela prenses uyuyordu, prens geldi ve onu öptü, sonsuza kadar mutlu yaşadılar. Rapunzel, sadece pasif bir şekilde bekledi, saçını uzattı. Dünyanın en edilgen olayı, saç uzatmak, saç zaten kendi kendine uzuyor. Hiçbir şey yapma, mutluluk ancak o zaman gelip seni bulur. Bu şekilde anladık biz. Yani evde oturursan, evde eşini bekler sen mutlu olursun. Gerçekler böyle değil ki. Tamam, evde oturuyor, iyi güzel ama sonra bakıyor ki ilişkide bir sorun var. Erkek dış dünyada gelişiyor. Evde kadının anlatacak hikayesi yok, mutsuz, suratını asıyor. Adam kral oluyor. Para kazandı, çalıştı, battı, çıktı, iş hayatında binlerce şey yaşadı.
Sonuçta korkunç bir ivme kaybıyla prenseslikten de geriye düşüyoruz galiba.
Ben bu hayatı böyle yaşamak istemedim, kandırıldım demek çok fena. Bana böyle anlatılmamıştı. ben bunu uyandırmak, değiştirmek istedim. Eski Türk filmleri mesela başka şekilde de algılanabilir. Ben de çok Türk filmi izledim. Kendi hayatımdan yola çıktım kitabı yazarken. Çok üzüldüm, çok ağladım. çok duygusal bir yapım var. Bir an geldi, işkillenmeye başladım. İyi kıza bakıyorum, bahçıvan çocuk kıza bayılıyor. Kız da köyden yeni gelmiş diyelim. Neden bahçıvanın oğluyla hiç ilgilenmiyor da armatör olan zengin, nedense kötü kızla nişanlı adamla ilgileniyor. Gidiyor Hulusi Kentmen’e kendini sevdiriyor, iyi kız olduğunu onaylatıyor, elli bin tane yalanla zengin oğlana ders vermeye çalışıyor. İlişkide yalan söylemek iyi bir şey mi? Yan köşkün kızıyım diyor, yalanlar söylüyor. Benim için eski Türk filmlerindeki ve masallardaki iyi ve kötü kahramanlar bozulmaya başlamıştı.Hollywood da bu kavramları sorgulamaya başladı. Angelina Jolie’nin oynadığı Malefiz’de, filmi cadının gözünden izledik. Kalbi kırık bir kadın gördük filmde.
Hayatta herkesin bir psikoloğu olmalı mı?
Bence olmalı. Herkesin bir dişçisi var. Kulak, burun, boğaz hastalıkları doktoru var. Bizde ruh sağlığı çok çok geri planda. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı araştırmada 2016’dan 2030’a kadar en yaygın olacak hastalık depresyon olarak belirlenmiş. Ülkelerin ekonomisi için de bu konu önemli. İş kaybı, işe gitmeyi istememek, performans ve motivasyon düşüklüğü, psikosomatik hastalıklar, mutsuzluğun bulaşıcı bir hastalık gibi yayılması gibi konulara karşı, ruh sağlığına önem verelim demiş gelişmiş milletler. Devlet önlemler alıyor. Bu işin bir uzmanlık, bir üstatlık gerektirdiğini bilmek gerekiyor. Bu işe emek vermiş, profesyonel çalışan insanlar olduğunu bilmek gerekiyor. Bir süredir dalış sporuyla ilgileniyorum. Orada öğrenciyim. Birden pat diye denize dalmadık, hocalar eşliğinde yavaş yavaş. Ama psikoterapi seansında da danışanım benim öğrencim. Ben onu kendi becerileriyle ürkütmeden bilinçaltına indiriyorum ve orada gösteriyorum. Bu da benim işim. Ben ruhla çalışıyorum. Ruh ve ruhun derinlikleri benim işim.
Son olarak ruhsal olarak sağlıklı, mutlu ve başarılı bir hayatın sırrı nedir sizce?
Hemen söyleyeyim mücadeledir. Maceraya atılma duygusu, o taşın üzerinde daha ne kadar bekleyeceksiniz felsefesi. Düşüşler de değerlidir benim için. Kitapta atlayışlar ve düşüşler bölümü var. Atlayışlar daha da değerli. Mücadele ederek, çaba göstererek hayallerimize kavuşuruz.
Stand by konumundan play’e geçmemiz gerekiyor o zaman.
Tabii ki, tam da öyle.