Meme kanserinde erken tanının önemini çeşitli kampanyalara destek vererek anlatan ve yaşadığı dönüşümü samimiyetle paylaşan ünlü fotoğrafçı Ayten Alpün’le sanat ve hayat üzerine sohbet ettik.

İsveç doğumlu Ayten Alpün Yılmaz, dört yıl boyunca Stockholm’de fotoğraf asistanlığı yaptıktan sonra cesur bir kararla Türkiye’ye, fotoğrafçılığın nasıl işlediğini keşfetmeye gelmişti ki, fotoğrafçı Tamer Yılmaz ile tanıştı ve İstanbul’da kaldı. Moda ve reklam alanında fotoğraf çekerek tam 26 yıldır birlikte çalıştılar. Şimdi Fabrika adı altında çalışmalarını sürdürüyorlar ve başarılı işlere imza atıyorlar.

Uzun yıllardır moda ve reklam çekimleri yapan başarılı bir fotoğrafçısınız. İsveç’te doğdunuz ve Stockholm’de fotoğraf sanatına başladıktan sonra Türkiye’ye geldiniz. Fotoğrafa başladığınızdan bu güne neler değişti?
25 yıldır bu sektörün içindeyim. Ben çok şanslı biriyim, çünkü çok sevdiğim bir iş yapıyorum ve bu süre zarfında teknoloji elbet çok ilerledi ve analogdan dijitale geçtik.

Moda ve reklam fotoğrafı çekmek zahmetli bir iştir. Bilgi, deneyim, yetenek ve sanatsal bir bakış gerektirir. Aynı zamanda ciddi bir ekip işidir. Kostümler, makyaj, doğru aksesuarların temini, enteresan mekanların saptanması… Fotoğrafta modayı ve reklam alanını seçecek kişilere ne tavsiye edersiniz?
Bahsettiğiniz bütün bu meslekler, dışarıdan bakıldığında çok cazip ve eğlenceli geliyor ama işin ne zaman geleceğini bilemezsiniz. Sonuçta serbest meslek, yani hafta sonu, bayram seyran fark etmez ya da belli çalışma saatleri yok diyeyim. İş varsa gece gündüz fark etmeden çalışılıyor. Sabah stüdyoya girdiğinizde saat kaçta evde olacağınızı bilemezsiniz. Yani aslında çok da kolay değildir mesleğimiz.

Unutamadığınız, en sevdiğiniz çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Birkaç sene önce stylist Hakan Öztürk ile Marie Claire dergisi için Beyoğlu’nda küçük bir kilisede bir çekim yaptık ve çekerken bu çekim yağ gibi akıyor, buradan iyi bir şey çıkar dedik. Hakikaten de çok akılda kalan ve beğenilen bir çekim oldu. Yanlış anlamayın biz en güzel işlerimizi Hakan ile beraber yaptık ama bu çekimin özel bir sihri vardı sanki.

Başarılı bir fotoğrafçı olan Tamer Yılmaz’la evlendiniz. 1999’da Fabrika Photograpy’yi kurdunuz. Bize biraz şirketiniz Fabrika’dan bahseder misiniz?
1990’da Türkiye’de tatil yaparken Tamer’le tanıştık. Aslında burada kalmak gibi bir niyetim yokken, üzerinden 26 sene geçti. Tamer’in o sırada bir ortağı vardı ve sonradan yolları ayrılınca, biz de beraber Fabrika’yı kurduk. Benim için fabrika bir çeşit tekke gibi. Tamer tekkenin başındaki baba, abi, arkadaş… Sayısız insanlar buradan, elimizden geçti ve çoğu meslek sahibi oldu diyebilirim. Bizim Fabrika ciddi anlamda bir okuldur ve kafası çalışan fotoğrafçı çıkabilir.

Şimdi çok şükür iyisiniz ancak bir gün size de meme kanseri teşhisi kondu. Bu süreci okuyucularımızla paylaşır mısınız? Nasıl fark ettiniz, nasıl tedavi gördünüz?
Şimdi düşünürken hangi yıl teşhis konduğunu hatırlayamıyorum ama yaşadığım süreci unutmak mümkün değil. İlk önce çok korktum, çocuklarım henüz çok küçüktü ve ölmekten çok korktum. Tamer şehir dışında çekimdeydi ve o anda bir şey söylemek istemedim. Engelli oğlumuz Tibet’in fizyoterapistiyle paylaştım. Bana dedi ki “bak, hastalıklarla ilgili hep bir ders olduğunu söylersin, sen artık öğrenmeyi başka şekilde yap, hastalıklarla değil”. Bazen biri bir şey söyler ve aniden söylediği şeyin bilgi olarak aklınızda ve kalbinizde yerini bulduğunu çok net hissedersiniz. “Haaa” dersiniz. Benim için öyle bir andı o. Bir anda kendimi bir hasta yatağında ne kadar çok gördüğümü hatırladım. Tibet için çok yoğun 10 yıllık bir koşturmaca ve endişe içindeydim. Sonra Tamer kalp hastası oldu ve bu sefer onun için endişelenmeye başladım. Yani benim için pek yer kalmamış ama hasta olsam kendim için yer yaratmış olurdum. Bunların hepsi bilinçaltında şeyler ama bendeki kilidin açılması ile bunların hepsini gördüm. Yani insan mucizeyi kendisi yaratır. Ben yaşamaya karar verdim. Hepimiz Tanrı’nın birer parçasıyız dolayısıyla düşüncelerimizle yaratma gücüne sahibiz. Her nefeste ve her anda kendi gerçeğimizi yaratıyoruz. Ne kadar yüce ve güzel bir varlık olduğumuzu gördüm. Kendimize neleri layık gördüğümüzü düşündüm. Yani kendimize hiç saygımız olmadığını ve kendimizi neredeyse yok saydığımızı. Ne kadar üzücü … Hani kafanızda devamlı konuşan bir ses vardır, eleştirir, kavga eder. Ben ameliyattan sonra tamamen sessiz birkaç ay geçirdim. Hiç bir korku olmadan, en ufak bir endişe yaşamadan, huzur içinde sadece var olarak. Acaba cennet böyle bir şey mi diye sordum kendime. Şimdi başıma gelene şükrediyorum diyebilirim. Artık sevgiyi, saygıyı, anlayışla olayları kabullenmeyi öğreniyorum. Yol uzun ve kolay değil ama bir gün özümün gerçekten ne ya da kim olduğunu burada bedenlenip, gerçek görevimi anlarım inşallah. Gerçekleri bir tülün arkasında görür gibiyim, sanki elimi uzatsam dokunabileceğim.