Serpil Hanım sizi tanıyabilir miyiz?

Kısaca özetlersem; 1960 yılında İstanbul’da doğdum. Uzun yıllar yönetici ve işveren olarak Dış Ticaret ve Lojistik konularında çalıştım. İngilizce ve Almanca biliyorum. Pen Uluslararası Yazarlar Birliği Türkiye üyesiyim. Bir kızım var, adı Nazlı. Kanada’ya gittiğimde kızım ilkokuldaydı. Orada da uluslararası bir şirkette çalıştım. 2011 yılında Türkiye’ye döndüm. Kızım, eşi ve ben birlikte yaşıyoruz.

 Uzun yıllar yurt dışında yaşadınız. Yaşantınız, gözlemleriniz size neler kattı?

6 yaşındayken sokağımızın dışına çıkmamız evdekiler tarafından yasaklanmıştı ama ben diğer sokaktaki çocukları da tanımak ve onlarla oynamak istiyordum. İlkokulu bitirdiğim yıl sadece diğer sokağın çocuklarını değil oturduğumuz ilçenin neredeyse bütün mahallelerindeki çocukları tanımış, arkadaş olmuştum. Çocuklukta edinilen bu alışkanlıktan olsa gerek, yurt dışında da her ulustan insanla arkadaş oldum, onların kültürlerini öğrenmeye çalıştım. Yeni bir dil öğrenmek gibi bir şey bu. Bir dili öğrenince sadece o dili konuşmakla kalmıyorsun o ülkenin kültürünü de öğreniyorsun. İnsanı öğrenmekle aynı… İnsanların kalplerine dokunuyorum, onların da benim kalbime dokunmalarına izin veriyorum. Bu bir anlamda zenginleşmek demek. Geriye dönüp baktığımda insan biriktirdiğimi görüyorum. Bu maddi şeyler biriktirmekten çok daha değerli.

Bana katkısı sadece bu değil. Karşılaştırma yaptığımda, memleketim için üzüntü duydum. Bin yıllık kültür mirasının üzerine doğuyorsun. Her yörenin, her bölgenin kendine özgü rengini ve sorumluluğunu taşıman gerekirken insanı ötekileştiriyorsun, üretmiyor popüler kültür dediğimiz kültürsüzlüğe bulaşıyorsun, üstelik bunu modernlik ve gelişmişlik olarak algılıyorsun, algının yanlış olduğunun ayrımına varmadan yaşıyorsun. Bu anlamda üzülüyorum. Okumayan, öğrenme ve bilgilenme tasası olmayan insanların gelişme şansı yok. Gelişme insanın beyninde gerçekleşir. Satın alma gücüyle elde edilen metalarla değil. Benim yüzüm batıya dönük ve hala bilgiye açım ancak kendi değerlerimize de sıkıca bağlıyım. Dünyanın neresinde olursa olsun insanın çok değerli olduğunu bir kez daha kavradım orada.

 Bodrum’da yaşıyorsunuz şimdi. Neden Bodrum’u seçtiniz döndüğünüzde?

Sevgilim İstanbul’u ne yazık ki bıraktığım gibi bulamadım. Yerin altı köstebek yuvası gibi delik deşik edilirken üstü çarpık, düzensiz yapılarla, mahalle aralarına kadar AVM’lerle doldurulmuştu. Bu arada otoyollarının kenarlarında bir metrekare yer bile boş bırakılmamış, bahçe düzenlemesi yapılıp, çiçekler ekilmişti. Her yağmurda çatısından, kapısından sular basan bir gecekonduda elinde faraş ve kovayla beline kadar çamurlu suların içinde mücadele eden, yüzü pudralı, gözleri rimelli, dudakları rujlu kırgın bir kadın gibiydi İstanbul. Çok büyük keder duydum. Bodrum’u bu nedenle tercih ettim. Griden uzak, yeşil ve maviyi kucaklamak için.

 Nasıl Bodrum’da yaşamak? Günlerinizi nasıl geçiriyorsunuz? Her gün yazar mısınız?

Oldukça yoğun geçiyor günlerim. Bir yandan yazıyorum, eskiden beri düzenli yazma alışkanlığım var. Kanada’da yazdığım “Doğumundayım Günün” ve “Yol Bitiyordu” isimli kitaplarım arka arkaya yayınlandı. Radyo ve Tv programlarına konuk oldum. Kültür, edebiyat dergilerinde de şiirlerime yer verildi. Geçtiğimiz Nisan ayında İzmir kitap fuarında ise “Su Gibi” isimli ilk romanım okuyucuyla buluştu. Yaz sonu yayınlanacak içinde kadın dramlarının olduğu “Karı Kız Hikayeleri” isimli öykü kitabımın son düzeltmeleri de bitti.

Ardından da hazır dosya halinde bekleyen “Serbest Düşme” isimli şiir kitabımla, yine dosya halinde bekleyen Kanada da yazdığım “Yarın Yarım” isimli romanım yayınlanacak.

Şu an ise yine gerçek bir yaşamı gelecek sene için romanın üzerinde çalışıyorum.

İnsan kalbine dokunmak, onun köşesini bucağını yoklarken, kendi duygu ve düşüncelerimle de o insanla bir yerde buluşmak, yazarken yürüdüğüm yolda, bütün içtenliğimle samimi ve dürüst ilerlemek. Sanırım doğru yoldayım. Açılan pencere ve kapılarda tüm çıplaklığıyla karşılıyor insanlar, çünkü sizin saydamlığınızı görüyorlar. Bu nedenle özellikle kadınları ve gerçek öyküleri yazıyorum.

Diğer yandan da geldiğimden bu yana gönüllü olarak çalışıyorum. Halkevinde ve gelir düzeyi düşük ailelerin çocuklarına İngilizce ders veriyorum. Kimsesiz çocukların koruyucu aile edinmeleriyle ilgili projede çalıştım, sonuçları oldukça yararlıydı. Orman içlerine damperli kamyonlarla getirilip bırakılan inşaat çöp ve molozlarını kış boyunca kızım ve eşi gibi duyarlı gençlerle ekip oluşturarak her pazar gidip temizledik. Piknik sonrası bırakılan atıkları, poşet, plastik ve cam şişeleri topladık. Gönüllü çalışmak insanın kendine yapabileceği en büyük iyiliklerden biri. Kalbi yumuşuyor ve yaşama kattığı değer kadar değer kazandırıyor insan kalbine. Bizde çok yaygın değil ancak olmalı. Orman kenarlarına “Ormanı koruyalım” diye tabelalar asınca sorun çözülmüyor. İlkokuldan başlayarak ulusal değerlerimizi korumakla ilgili çocukların pratikte çalışmaları ve sahiplenme duygularının geliştirilmesi gerek, yılda iki kez orman içi temizliğine gidebilse çocuklar, o ormana ve gördüğü her ağaca gönülden bağlanacaktır. Aslında memleketi sevmek, insanı, doğayı ve canlıları sevmek, emekle ve değer vermekle mümkün. Ben başka bir yol bilmiyorum.

 Sanatın diğer dallarıyla aranız nasıl? Müzik, resim, sinema sanatlarını izler misiniz? Hangi sanatçıları seversiniz?

Okuma alışkanlığım ilkokulda başladı, kelime hazinemin geniş olması sistemli olarak okuduğumdan dolayıdır. Okuduğum hiçbir kitabı ve yazarını diğeriyle karşılaştırmadım.Yaşar Kemal’i Aziz Nesin’den, Oğuz Atay’ı Ataol Behramoğlu’ndan, Dostoyevski’yi Tolstoy’dan farklı yere koyamadığım gibi.

Resim yapıyorum. İstanbul’da, geçmişte akrilik çalışırdım. Şimdilerde yazmaktan pek fırsat bulamadığımdan bilgisayarda resim çiziyorum. Geçen sene Marmaris Kalimerhaba etkinliklerinde karma sergiye katıldım. Bir resmin içinde dakikalarca dolaşabilirim ve onu duyumsarım. İbrahim Balaban’ın boyunduruk resimleri daha lisedeyken beni etkilemişti. Nuri İyem’in kadınları da öyle, daha yüzlercesi de…

Atatürk Kültür Merkezi’ne genç kızken pazar sabahları konser dinlemeye giderdim. O alışkanlığım yıllar içinde pekişti. En çok Beethoven dinlemeyi severim. Bunun yanı sıra her bölgemize yüzlerce ezgi ve türkü dağarcığım var, ezbere bilirim.

 Kitabınız “Su Gibi”den bahseder misiniz? Kanser sürecini mizahla harmanlayıp kanser tedavisi görenlere destek oldunuz.

“Su Gibi” adı gibi su gibi bir roman. İstanbul’da yaşayan kanser hastası bir anne ve kızının gerçek hikayesi. Anlattıklarını dinlediğimde onların yaşam mücadeleleri ve gösterdikleri sağlam duruşa saygı duydum ve yazmayı borç bildim. Bir kadın hem hasta hem de yoksulsa başına neler gelir, yaşama nasıl bakar, neler hisseder anlattım.

“Su Gibi”nin ön sözünü yazan değerli hocam kitabı okuduğunda bana “çok akıcı bir roman, adı gibi ancak bir şeyi fark ettim, Türk romanında mizah eksikti, onu sen ekledin” dedi. Özellikle mizah ekledim, çünkü gülmek hepimizin bildiği gibi devrimci bir eylemdir. Zor koşulları hafife almaktır. Hafife aldığımız her şey gözümüzde küçülür ve üstesinden gelmek daha kolay olur.

Bu roman, kanser hastası ve yakınlarının mutlaka okumaları gereken bir kitap. Eminim ki “Su Gibi”yi okuduklarında kanser hastalığına bakış açıları değişecektir.

 Kanser günümüzün en yaygın hastalıklarından ne yazık ki. Siz de kanserle mücadele etiniz, nasıl fark ettiniz, tanı nasıl kondu?

Önce rahim kanseri oldum. Ameliyatla rahmi ve yumurtalıkları aldılar. Bir yıl sonra aile doktoruma okuma gözlüğümü değiştirmek için gittim. Sözün arasında da idrarda toplu iğne başı kadar kan gördüğümü söylediğimde telaşlandı ve bunun nedenini bulmamamız gerektiğini söyledi. O haftayı dama taşı gibi oradan oraya tahlillerle, ultrasonla, tomografiyle geçirdim. Sonuçlar temizdi. Tahlillerde yada filmlerde anormal bir şey yoktu. Ancak doktor ikna olmadı. Toronto’daki hastaneden randevu aldı ve beni sistoskopiye gönderdi. O gün idrar kesemin içinde 34 adet tümör olduğunu öğrendim. Ürkmedim desem yalan olur. Otobanda eve dönmek üzere araba kullanırken bağıra çağıra avaz avaz ağlıyordum. Eve az kala kızım geldi aklıma. O yıl lise 1. sınıftaydı. Durdurdum ağlamamı “Bunu başarmalıyım , kızımı büyütmeliyim, kızımı yalnız bırakamam” dedim kendi kendime ve bir daha da kanser olduğum için hiç ağlamadım. İki gün sonra kızımın doğum günüydü. 27 Kasım. Doğum gününden bir hafta sonra kızıma anlattım durumu. Sonraki hafta ameliyata girdim, temizlediler tümörleri. Çok ağır bir ameliyattı. Evde yatağa çakılıp kaldım, bana kızım baktı. İki ay sonra kontrole gittiğimde kesenin içinde ilkinden farklı yerlerde 36 tümörün oluştuğunu gördüler ve tekrar ameliyata aldılar. Ameliyat sonrasında doktorum bu tümörlerin artarak yeniden oluştuğunu, büyüyüp idrar kesesinden dışarı çıkması durumunda ise bütün vücuda yayılacağını anlattı. Yaşamım risk altındaydı, hem de küçümsenemeyecek bir risk.

Kemoterapi ve radyoterapi görmedim. Farklı bir tedavi gördüm ve gerçekten başarmıştım. Ne kanda ne de idrarda kanserli hücre yoktu ve idrar kesesi tertemizdi. Sonrasında düzenli kontrollere gittim, bu güne dek kanser hastalığı bir daha bana uğramadı.

Bu arada şunu söylemeden geçemeyeceğim. Bir anne hasta çocuğuna nasıl şefkatle bakar, Kanada’da ameliyat öncesi ve sonrasında hastanede yatarken bana öyle baktılar. Yaşamımı, yaptıkları işi sevgiyle yoğuran o güzel ve namuslu insanlara borçluyum. Sanırım minnet duygum ölene dek beni terk etmeyecek.

Sonra bir insanın başına gelebilecek en güzel şey geldi başıma. Sanki yaşadığım o zor günleri atlatmamın bir ödülü gibiydi. Muhteşem bir adama aşık oldum. Çok sevdim onu ve diğer iki sevgilim babam ve kızımın yanına, kalbime koydum.

 Kanser tedavisi görenlerin yakınları da aslında bir eğitimden geçmeliler diye düşünürüm. Hasta iyi hissederken ve iyi olma yolunda güvenle ilerlerken hasta yakınları bazen öyle şeyler söylerler ki, kötü niyet değil kuşkusuz bilgisizlik yüzünden potlar kırıp, tedavi görenleri çok kötü bir ruh haline sokabilirler. Böyle anılarınız vardır muhakkak.

Ben de aynı düşüncedeyim. Tedavi süreci sabır gerektiren bir süreç. Hastanın omuzları umutsuzlukla düşebilir, onu düştüğü yerden doğru cümlelerle kaldıracak yakınlarının olması gerekir.

Benim bir anım var evet. Herhangi biri diyebileceğim biri bana şöyle demişti: “Kanser hastaları bir yıl içinde ölüyorlar, sen nasıl ölmüyorsun?”. Gülüp geçtim. Kanser onun eğitilmemiş beynindeydi.

 Sağlıklı yaşamak için neler yapıyorsunuz?

Öncelikle işlem görmüş ve GDO’lu ürünleri tüketmiyorum. Boyalı ve gazlı içecekleri içmiyorum. Plastik kap kullanmıyorum. Bana doktorum “tabağında her renk olmalı” demişti. Ben bunun tarifini özellikle kanser hastaları için vermek istiyorum. Bağışıklık sistemlerinin güçlenmesi için sebze tarifi bu. Bir tavanın içine mümkünse artık teflon tava kullanmasınlar, biraz zeytinyağı konuluyor. İçine sırasıyla küçük doğranmış soğan sarımsak, yeşil ve kırmızı biber, mantar, karnabahar, brokoli, artık evde hangi sebze varsa konuluyor ve sote ediliyor. Üzerine domates rendesiyle birlikte kimyon, karabiber, nane konuluyor, yarım çay bardağı suyla birlikte. Eğer başka baharatlar da varsa kullanabilirler, tuza gerek kalmıyor. Sebzeler çok pişmeden yenilebilir. Bu besin değeri yüksek bir yemek.

Mümkün olduğunca yürüyorum. Yaz boyunca günde birkaç saat yüzüyorum. Ama her şeyden önemlisi içinde bulunduğum coğrafyadan başlayarak insanları, hele de çocukları, diğer canlıları ve doğayı seviyorum. Yaşam deneyimim sağlıklı olmanın en önemli koşulunun sevgi olduğunu öğretti bana.

 Yazmak ve paylaşmak çok güzel. Üstüne üstlük siz kitabınızın gelirini Türkiye Kanserle Savaş Vakfı’na bağışlamak istiyorsunuz. Bu duyarlı yaklaşımınız ne kadar kıymetli.

Rica ederim, ben teşekkür ederim, Dediğiniz çok doğru. Paylaşmak acıyı azaltır, sevinci çoğaltır. “Su Gibi” sevgi ve dostlukla…